31 Temmuz 2012 Salı

Tatil yaptık, Ege 3 aylık oluyor, hayat akıyor...

Ege 3 ayını doldurmadan ikinci tatilini yaptı. Bu tatilde maalesef ilk antibiyotiğini de yedi.. Sanırız Can'ın 2-3 hafta önce geçirdiği dirençli yüksek ateşle seyreden bakterisi geldi Ege'yi de buldu... 3 iğne ardından da şurupla iyileşti..

İğne olurken ağbisi de  yanındaydı : "Ben elini tutayım anne"... Ben şurubunu verirken ise: "Geçti bitanem geçti, ağlama"  :) diyerek destek oldu. Çok ironik çok. Bazen koca adam, cidden ABİ, bazen hala minnacık bebek.. Bocalıyorum ben de bu iki uçlu hallerde. Dün BabaCan : "Çocuk gibi..... yapma" türünden bir şeyler söylüyordu, ikimiz de güldük :)) 3 yaş Araf kardeşim.. ne o taraftasın ne bu tarafta.. 2 olsan bebek derler, 4 olsan çocuk. 3 olunca araftasın..Anne de arafta..

Gittiğimiz yer şurası: www.akdenizbahcesi.com
Can çok eğlendi. Bahçeden yumurta, semizotu topladı, hortumla bahçeyi suladı, yedi, 3 saat denizden çıkmadı, salıncağa hamağa bindi.. Serpil Hanım mütkiş bir ev sahibesi.. Limonata, vişneli kek, likör, ev eriştesi hep soframızdaydı.. Tek sıkıntı hava sıcaklığıydı, ona da alıştık..

Hepimize iyi geldi yani tebdil-i mekan..
Bakınız :)



Birkaç şey daha var aklımda onları da yazacağım :)

25 Haziran 2012 Pazartesi

3 gün 2 çocuk 1 tatil...

Anne olduktan sonra içinizdeki çocuk mecburen geçici bir süreliğine izne ayrılıyor.. Kendi çocuğunuza bakabilmeniz için yetişkin olmanız gerekiyor. Daha az üşenmeniz, daha az dinlenmeniz, onu daha çok düşünmeniz, daha az uyumanız gerekiyor..

Bir kere anne oldunuz mu daha az çocuk daha çok yetişkin oluyorsunuz.

İkinci çocuğunuzda ise artık geri dönüşümü olmayan bir yetişkin oluyorsunuz.. Daha bir tamamlanmışlık hissi. Ama bir yandan da içinizdeki çocuk daha bir uzaktan el sallıyor. "Bak ben buradayım bir ara bana da bakıver" diyor..

Bu tatilde ben bunu yaşadım.
Can ve Ege'nin ihtiyaçlarını karşılamak için var olmaya çalışırken, aklım içemediğim Türk kahvesinde, odada onları 22:00 civarı uyuttuktan sonra gidemediğim denize sıfır canlı müzik yapılan barda, Can'ın akşam yemeği tabağını yaparken yiyemediğim deniz mahsülleri açık büfesindeydi.

İçimdeki çocuk -ya da "BEN"- küskünleştikçe yoruldu. Yoruldukça kızgınlaştı. Allah'tan tanıyorum da kendisini bir orta yol bulduk..

Önemli ir farkındalık yaşadım kendimce.
Annelik hep "vermek" üzerine. Hem de karşılıksız, bedelsiz, geri dönüşünü beklemediğin bir verme hali.
Dengeli seyredebilmek için de verdiğin kadar alman gerekiyor hayattan.

Müzik, kitap, dostlar, yalnızlık.. Artık içindeki çocuk neli dondurma seviyorsa ondan vereceksin.

Sevgili ben, bu yaz gidemediğin konserlere takılacağına, akşamları balkonda otur yeni müzikler keşfet kitap oku, içindeki çocukla yan yana dur sadece..

Acele etme

4 Haziran 2012 Pazartesi

Can'dan anneye mektup: Sevgili anneciğim... (Bu kardeş nereden çıktı?)

Canım annem,
Seninle 3 senedir koyun koyunayız. Emzirdin, uyuttun, parka götürdün, zıpladın, kitap okudun, yemek yedirdin.. Kızdın, sevdin, sevindirdin, yatıştırdın, sakinleştirdin, büyüttün.. Yani 3 senedir sadece "benim" annemdin!

Şimdi evde adı Ege olan minnacık bir şey var. O'nun da annesiymişsin, tuhaf.. Halbuki "hep ve sadece benimdin". Şimdi ikiye mi bölüneceksin? Artık benim daha az mı annem olacaksın? Benim yerime onu mu seveceksin? Çok soru var aklımda, bazılarını ben bile bilmiyorum..

Sabah bakıyorum kucağında, akşam bakıyorum memende, onunla da konuşuyorsun, saçını okşuyorsun. Bir de sanırım o da oğlan, ona da "oğlum" diyorsun.. Bir bendim evdeki "oğlum" Ege gelene kadar..

Şimdi biraz karmaşığım. Ege'yi seviyorum, cidden.. Yani galiba.. Oyun falan oynanmıyor ama sevimli.. Kendimi onu öperken ve sarılırken iyi hissediyorum.

Sonra ne oluyor birden anlamıyorum, daha sert dokunmak, itmek ve bazen de vurmak geliyor içimden.. Ege'ye mi kızıyorum acaba? Yoksa sana mı? Hımm biraz da korkuyor olabilirim.. Belki biraz da kırgınımdır sana..

Yani senin anlayacağın benim yaptığım şeyler, verdiğim tepkiler bu ara biraz karman çorman olabilir (sen de biraz öylesin sanki, bir gün gülüyorsun, bir gün ağlıyorsun, anlamadım neden :)) )..

Aslında büyük bir "kayıp" yaşıyorum. Normal bir kayıp, baş etmesini bilemediğim bir kayıp. Yas tutuyorum, izin ver.. Hemen kızma bana. Kendini benim yerime koy. Geçen gün okuduğun makale ne diyordu: "En büyük aşk acını düşün, 1000 ile çarp"... Ben aşk acısı falan henüz bilmiyorum. Ama "acı" çektiğim kesin..

Büyümemi isteme bir an önce..
Ege doğdu, Ege daha bebek, ama benden de bir "kardeşi olan çocuk" doğdu.. Ona da iyi bak..

Sevgiler,
Oğlun Can

31 Mayıs 2012 Perşembe

Sahibinden, sık kullanılmış, 2.5 yaş krizleri baş etme teknikleri..

Bitti mi sandınız böyle yazınca:)) Hala her gün 1-2 "arıza" çıkıyor. Ama artık biz de Can da biraz daha "ehil" olduk :) Kimi krizleri "atlatıyoruz" kimileri "büyüyor", kimileri "sönüyor" kimileri "önleniyor". Anlayacağınız çeşit çeşit kriz var..

Dedim ya birkaç teknik var işe yarayan, not düşmek adına yazayım dedim.

1."Benim seninle geçinmeye gönlüm var" hali: Bir defa bu ruh halinde olunca zaten sorun çıkmıyor :P. Yani maalesef işin büyük kısmı annede bitiyor: Anne "iyi" ise çocuk da -genelde- iyi oluyor. Anne çocuğun "arıza"sını tamir edebiliyor, taşıyabiliyor. Geçinmeye gönlümüzün olduğu günler daha kolay geçiyor. (Ama işte en gıcık saptama da bu herhalde).

2."Pas veeee gooool!": Türkçesi: bir çocuğun neden iki ebeveyni olmalı.. Çünkü biri yorulunca veya pili bitince diğeri devreye girebiliyor. Allah tek ebeveynlere sabır versin. (Kardeş geldiğinden beri bir kişiye bir çocuk düştüğünden bu madde her an değişebilir :))

3."Sakiiiin bir ses tonu ile çocuğunuzun seviyesine inip konuşun": Türkçesi: derin bir nefes alın önce, bir daha alın, 1.maddeyi hatırlayın. Öfke öfkeyi, telaş telaşı, endişe endişeyi büyütüyor. Sakince konuşmak, sarılmak, O'nun yüz ifadesini aynalamak, hissettiğini dillendirmek kitaplarda yazdığı gibi işe yarıyor.-ciddiyim

Can'ın öfkelendiği anlarda gidip ona sarılmak, çok iyi geliyor. "....olduğu için kızdın bana" dediğimde genelde gözü yaşlı biçimde başını sallıyor. O zaman O da ben de rahatlıyoruz..

4. "Peki o zaman sen biraz sakinleş sonra tekrar konuşalım": Türkçesi: şimdi bu mevzu devam ederse, ben yangın var diye bağırabilirim, en iyisi biraz duralım.
Can bu teknikle "sakinleşmeyi" birazzz öğrendi. Neden sakinleşmesi gerektiğini ise kriz olmayan başka anlarda anlatmıştık.. Bir de üstüne yanıma gelip "kızgınlığın geçti mi anne?" diye sorunca, pek hoş oluyor :))
Not: kızgınlığınız yarım saatten fazla sürüyorsa, başka bir mesele olabilir..

5."BENN SAANNAAA BAĞIIRIYORRR MUYUMMMM??": Türkçesi: dediğimi yap yaptığımı yapma. Model olmak çok stresli bir iş! BabaCan'a dedim ki, "Ya Can 'bana ne' demeyi öğrenmiş, nereden acaba?" 15 dakika sonra baba bir diyalogda iş yerineki bir duruma çözüm (!) ararken bu iki kelimeyi gayet güzel kullandı. Cevabımızı almış olduk..

Ege ve Can'ın uyanmasına geri sayım başladığından kaçarım.. Ek tekniklerle konumuz devam edecek, bir yere ayrılmayın...

29 Mayıs 2012 Salı

Evde günler.. Strateji, planlama, organizasyon, lojistik..

Hayır evdeyken bu kadar organizasyon gerekiyor, dışarı çıkınca, yolculukta, tatilde nasıl olacak acaba?

Ege oğlum, sabah 06:00'da emmek için uyanır.
Emzirme, alt değiştirme, azıcık gezinme, 07:00'de tekrar dalar..
07:10'da Can oğlum uyanır.
Kahvaltı, üst baş temizliği, okul hazırlığı..
Can 09:30'da evden çıkar: "Anne oyuncaklarımı kaldırma, gelinceye kadar kurabiye yap" diyerek..
10:00'da Ege oğlum uyanır.

13:30'da Can gelene kadar, yukarıdaki paragrafın ilk iki satırı tekrarlanır durur...
Can öğlen uykusu bazen uyur bazen uyumaz.. Anne de hımm niye yoruluyorum ben acaba diye düşünürken gece 22:00'de koltukta sızar.
(Bu arada bir yardımcı ve bir BabaCan da evde mevcuttur bazı zamanlar..)

Beni şu havalar mahvetti diyorum.. Güneş istiyorum, balkonda gece otururken o mis gibi yaz kokusunu içime çekmek istiyorum.. Resmen soğuk dışarısı..

Kitap okumak istiyorum. Ama konsantre olamıyorum bir türlü, birazdan tekrar deneyeceğim. Bir de gırtlağıma dur diyebilirsem muhteşem olacak..

Bir sonraki yazı Can'ın uzayan 2.5 yaş krizlerini nasıl azalttığımızla ilgili olacak. Yazayım ki bundan 2.5 sene sonra bakayım :))

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Evdeki hesap, çarşı ve bulutlar..

Ay içime fenalık geldi!
Ciddiyim, bu ne biçim bir bahar ayı yaa. Hep diyordum ki oh mis gibi baharda doğum yapmak ne kolay, ne rahat, hava ılık bıdı bıdı...
Burnumu çıkaramadım dışarı burnumu...

Can'ın virütik sıkıntısı ateş ve köh köh öksürüğe döndü dün gece..
Gece 1.5 saatte bir Can'a, 2.5 saatte bir Ege'ye kalkan anne derin uykuya kaç saatte geçer? :) En baba matematik sorusu :)
Cevap: dııııttt!

Halbuki Ege'yi slinge, arabaya atıp site içi yürüyüşler yapacaktım, Can'ı okula bırakıp biraz dışarıda dolanacaktım tım tım tım.. Ama Can'ı okula bile göndermiyoruz.. nerde kaldı Ege'yi de alıp çıkalım. Ege'cik de minik ökürüklerle baş etmeye çalışıyor...

Büyük resimde iyiyiz -de.. Bir an önce hava açsın, kuzular iyi olsun, şöyle Haziran ayının ortalarını bulalım istiyorum...

Hadi gene yazarım ben..

20 Mayıs 2012 Pazar

40 gün 40'ının da kulpu kırık gün!

Şu İstanbul'da ne çok konser, ne çok tiyatro ne çok performans varmış...
Ne çok yeni restoran varmış..
Ya da lohusa lensleri ile böyle mi oluyormuş..

Hormonlarım zıbıttı.
Yeniden ve hemen hamile kalmak istiyorlar.
Bir yandan Ege'mi emzirirken içim mutluluktan uçuyor.
Bir yandan Can, banyosunu yaptırdıktan sonra "Anne seni seviyorum" deyice böğüre böğüre ağlıyorum..
Ota, b.a, reklamlara, hiç bir şeye, her şeye salya sümük olabilme kapasitem mevcut.

10 günde 7 kilo gitti..
Deli gibi yiyorum. Aynı hızda geri alacağım galiba.

Oğlumların ikisi de ufaktan hasta.
İçim eziliyor..

Daha yazacağım ama yarın.
Şimdi gidip yatsam en iyisi..

15 Mayıs 2012 Salı

Anneliğin zor hali: olağanüstü hal; lohusalık..

Serum fizyolojik, meme, uyku, göbek bağı, parfümsüz ıslak mendil, pişik kremi, göbeğe sürülen alkol, 2-3 saatlik periyodlar, komposto, su, uyku-uykusuz :))

İşte lohusalığın öğeleri. Üstüne sezaryen dikiş acıları, doğumdan önce başlayan ve hala süren nezle/soğuk algınlığı hali, bir de bulutlu ve yandan yemiş Mayıs ayı eklenince lohusalık olağanüstü hale dönüşüyor..

Ege ve Can iyiler.
Can Ege'den bağımsız (mı?) doğum öncesinde de olan yarı öfkeli, yarı ısrarcı, yarı arıza durumlarını sürdürüyor. Ama sonra o çocuk gidiyor, bambaşka bir çocuk geliyor. 3 yaşa geçiş dönemi böyle bir şey galiba.. Onun ağzından birşeyler yazmadan geçemeyeceğim:

"Anne Ege'nin burnu neden minik?"
"Ege ben parka gidiyorum, sen hiç bir yere gitme, beni burada bekle"
"Ege, I-pad seviyor musun?"
"Anne Ege'nin gözleri mavi mavi"

Güzel yani :) Seviyor, öpüyor, kirli bezleri atıyor, yanaklarını okşuyor..

Ben mi nasılım?
İyiyim :)
Yorgunum biraz, biraz da ikiye bölünmüş hissediyorum. Ama his olarak değil, zaman ve enerji olarak. Bedensel toparlanmam bitince sanırım herşey daha da iyi olacak.

İkinci de en az ilki kadar seviliyor mu diye merak edenlere:
Hani anne olmadan önce uçakta ağlayan çocuğa gıcık oluruz ya, ya da restoranda koşturan oğlan çocuğuna... Hani anne olduktan sonra uçaktaki çin "Oyy kıyamam kulakları ağrıyor" dersin, restorandaki için de "Ay ben ilgilensem de annesi iki lokma yese" dersin.. Yani anne olunca her çocuk için yer açılır kalbinde..

Ya işte böyleyken gel sen düşün ikinci yavruna nasıl büyük bir yer açıyor kalbin.. :)))

11 Mayıs 2012 Cuma

Yeniden başlıyoruz: Ege geldi :)

Hazır mısınız?
Baştan başlıyoruz..

Ege oğlum, 8 Mayıs salı günü sabah 08:55'de 3.542 kg 50 cm olarak dünyaya geldi.

Yazmaya devam etmeye, bu sefer Ege için anne olmaya hazırım..

Hoşgeldin çakır gözlüm.. :)

4 Mart 2012 Pazar

Ebeveynlik becerilerinizi etkileyen 5 temel etken

diyen başlığı görüp buraya kadar geldiyseniz aslında yeni bir şey söylemeyeceğimi fark edeceksiniz :) Demin Can'ı uyuturken aklıma gelenleri not düşeyim dedim.

Şimdi bu anne çok vicdani bir kurum ya- daha çok annelik aslında-, yaptığınızdan da yapmadığınızdan da zaman zaman pişmanlık/suçluluk duyuyoruz. Aslında bu hisler açısından bakıldığında bize bağımlı (mı?) bir çok değişken var.

Araştırma derslerinde -yanlışsam düzeltin- öğrendiğimiz "bağımlı değişken", "bir değişkene bağlı olarak değişen değişken" demekti sanırım. Şimdi yazacağım etkenler aynen böyle. Bu etkenler, sizin o anda, o soruna veya krize başka türlü/değişik/olumlu/yıkıcı tepkiler vermenizi belirleyen etkenler.

1.Zaman: Zaman darsa her sabır küpü anne bile felaket bir "Hadiii" canavarına dönüşebiliyor. Arabaya binmek, arabadan inmek, banyoya girmek, üstünü giyinme-me-k gibi "günlük" işlerde zaman azsa/sıkışıksa başka türlü bir ebeveyn olmak gayet mümkün. Misal Can bugün uzun uzun ağzından çıkardığı mantı kalıntılarını incelerken bana daral geldi!

2.Yorgunluk/Hastalık: Ayy bu çok fena! Yorgunsam, okunması talep edilen 8.kitap, üst üste 3 kere püskürtülen şurup, yerlere 7689. kez saçılan kalemler bana doktora tezi gibi görünüyor.. Yorgun değilsem (bir de hamile değilsem :) ) 10 kitabı anime ederek okuyabilir, kalemleri renklerine boylarına türlerine göre bile ayırabilirim.

3.Sizin ruh haliniz: Ya da insan olma hakkınız diyelim. Bir arkadaşım "Bir evde anne iyiyse herkes iyidir" der.  E anne de bir insan olduğuna göre ruh halimiz o anda nasıl bir ebeveyn olduğumuzu çok etkiliyor. Bu akşam iyi bir akşamımdaydım. Yemin ederim, tahammülüm 5 kat yüksekti Can'ın yaptığı uykuyu erteleme manevralarına..

4.Destek sistemi: Yoksa bitiyor insan. Koca, anneanne, bakıcı, dede, babaanne, teyze Can'a bakarken bizim BabaCan ile yapabildiğimiz 3 günlük Viyana seyahatinin iyileştirici etkisini uzun uzun anlatmama gerek yok sanırım...

5.Çocuğunuzun dönemleri: Gaz, diş çıkarma, kabızlık, ateş, hastalık, öksürük, tıksırık, 2 yaş tripleri, 3 yaş tripleri, taşınma, okula başlama, bezi bırakma, kardeş doğumu gibi nice durum tabii ki kaçınılmaz. Kaçamadığımızdan saklanamadığımız gibi, baş edemediğimiz her huysuzluğa biz bir dönem "hımm diş geliyor" diyorduk.  Bugün dedim BabaCan çok güldü: "Gelemeyen bir diş var galiba bir yerlerde!" :))

Demem o ki; mükemmel anne yoktur, boşuna aramayın!

28 Şubat 2012 Salı

Bugün çilek kokmuyorum :(

Lohusayken en sevdiğim şey uzun bardaklarda annemin yaptığı çilek kompostosunu buzlu buzlu hüpletmekti. Çilek çok severim. Ama esansını, kremini şusu busunu değil.

Büyük çilek de sevmem hani küçük ve biraz ezik olacak.  İşte o zaman ben çilek gibi hissederim:) Bugün öyle hissetmiyorum :(

Bugün ben çilek kokmuyorum:(

Can bu ara herşeye "hayıy" derken, büyük çoğunluğuna çözüm bulur, sabırla 5 kitap okuyup, tam uykudan önce kaka yapıp yatma saati yarım saat atsa da popo yıkayıp baştan giydirip, tekrar uyutabiliyorum. Ama bazen olmuyor işte.. Bazen çok kızarken buluyorum kendimi :( Bu sabah ikimiz de birbirimize ayarlı saatli bomba gibiydik. Hangimiz önce patlayacak diye bakarken, patlamalar ard arda geldi..

Tahta kaşıkla oraya buraya vurma, eşya fırlatma, yalnız oynamayı kesinlikle reddetme gibi alanlarda pentatlon yaptım. Daha doğrusu yapamadım... Sonra anneliğin kitabının önsözü "vicdan" devreye girdi yine. Kızmak, öfke, vicdan, sakinleşme, model olma, yüksek ses isimli kurşun askerlerle çevrili sanki etrafım :(

Başka şeyler yazacaktım halbuki, Ege'mi, yaklaşan iki çocuklu hayatı yazacaktım.
Bu çıktı bu sefer...

21 Şubat 2012 Salı

Biten 28. hafta ve 33. ay: yine yeniden annelik

Söylenecek sözün, yazılacak kitabın hiç tükenmeyeceği bir konu varsa o da çocuk sahibi olmak ve annelik (ya da ebeveynlik). "Ay daha zoru olamaz" anları ile "Ay bundan keyifli bir dönemi yoktur herhalde"ler birlikte gidiyor.

Mesela Can ile sohbet etmek ve O'nun sorularına cevap vermek müthiş bir haz. İnsan - özellikle BabaCan-  "Evimiz nasıl ısınıyor baba?" sorusuna "Şimdi evladım..." diye başlayan pek mağrur cümlelerle yanıt verince kendini dünyanın en bilge insanı hissediyor. Hele hele Can'ın sordukça sorduğu soruları görünce böyle bir garip oluyor insan... Ne bileyim, ne çok şey öğrenecek Allah'ım diyor insan.. Geçen gece "Dondurmalar nasıl erir?"den, "Pilavları nasıl yiyoruz?" gibi sorularla uykuya direniyordu. Sonra açıkladı: "Ben uyumayacağım anne sadece dinleneceğim" :))

Ege kuzum ise 28. haftasını bitirdi. Reflü ve bel ağrıları ile geldi 29. hafta. Hareket etmek bu sefer biraz daha zor, kilo milo aynı ama daha çabuk yorulduğum bir gerçek.. Ellerdeki şişler de başladı.. Aslında yoga yapsam ne güzel olacak yine.. Ama ironik olan yoga yapmaya halim yok :P üşengeç anne..

Şimdi başladı mesela karnımdaki ittirmeler :)) Çoooook güzeeell çoookkk :)) Görmeden tanımadan özlenen tek şey insanın doğmamış yavrusu herhalde..

Velhasıl günler hızla geçiyor, Can büyüyor, Ege büyüyor, ben büyüyorum- her anlamda :))

11 Ocak 2012 Çarşamba

Beklenen oldu..

Bugün Can'a ucuzluktan blazer bir ceket aldım. Eve gelince bayılarak giydi. Bir yandan da teyzesi ile saklambaç oynuyor. Ceket yün, terlemesin diye ceketini çıkarması için başladık ikna turlarına. Neyse anneannesi ikna etmişken Can'dan gelen cümle:
"Ceketimi çıkarınca sticker verin"

Offff dedim yani! Demek hislerim doğruymuş.. Yani bu sticker meselesi Can oğlum için başka bir boyuta geçmiş. Çok panik bir durum yok bence hala. Çünkü bunu söylerkenki ses tonu, kelimeleri, sesi, duruşu bir tehdit, rol değişimi, güç savaşı içermiyor.. Yani "sticker vermezseniz çıkarmam" kıvamında değil. Sticker vermeyeceğimi (satır arasında: bununla sitckerlarla bir ilgisi olmadığını, gerek olmadığını) stickerları istiyorsa alabileceğini, ceketi de terlerse çıkarabileceğini söyledim. Stickerları aldı oynadı, 3 dakika sonra da ceketini çıkardı. Ama işte...

Şu yazı beni çok düşündürmüştü, bir daha okuyayım bari ben de:

http://www.damara-cocuk.com/parents

9 Ocak 2012 Pazartesi

Çocuğunu okula göndermek ve göndermemek..

Okul dememeye çalıştık bir süre. Sanki okul kelimesinin ağırlığını aman şimdiden yüklemeyelim diye. Ama tabii kaçar mı. Can şimdi haftada 3 kere "okula didiyor". Şimdi öyle zihin karıştıran bir meseleyle meşgulum ki hani "zorunlu seçmeli" ders alıyor gibi insan..

"Okul"un kattığını tartışmak yersiz. Can'ın olgunlaşma ve büyüme süreçlerini seyrederken, özellikle ayrışma mevzusunun sıkıntı olduğu annelerde (!), okula gitmek katı gıdaya geçmek gibi. Koynunuzdan çıkıp size el sallayıp başka bir yere gidiyor. Gitiği yer oyun grubu da olsa, kreş de olsa bu durum değişmiyor.

Benim söylemek istediğim başka bir konu var.

Okul, sınırları ve kuralları olan, belli regülasyonlar çerçevesinde yapılandırılmış bir "kurum". Okul kelimesinin "ekol"den geldiğini bildiğim kadarı ile, aslında bu kadar "kurumsal" olmak zorunda mı okullar emin değilim. Hele şimdi franchise sistemi ile "kurumsal" kimliklerini geliştirmeye çalışan okulların veya "butik" denen tek şubeli özel okulların bu kurum kurum halleri beni çok daraltıyor. Kapıdan karşılayan halkla ilişkiler görevlisi 20 yaşındaki bayanla başlayan kurumsal bıdı bıdılar "profesyonel" görünümden çok daha fazlasını hedefliyor. Okul öncesi eğitim kurumlarında kurumsallaşma bu kadar "görünür" olmasa da okul işte... Gene saptırdım konuyu, dönüyorum..

Okul öncesi eğitim sistemlerinde çocuklara iç motivasyon vermek zor, zahmetli ve yaş olarak belki de henüz çok imkanlı olmadığında dış motivasyon araçları bol bol kullanılıyor. Stickerlar, ellere çizilen resimler, akşama annene gösterler vs. vs.. Şimdi davranış kazandırma veya değiştirme döneminde eşlik eden davranışçı sistemlere karşı olmasam da yaklaşık bir aydır bir şey gözlüyorum ki, okul idaresi ile yollarım yakında kesişecek galiba.

Can evde ota b..a yıldız vermeye başladı: "Baba popomu çok güzel yıkadın, sana yıldız atacağım". "Anne ne güzel yaptın, elini ver gülen yüz çizeyim". Önce bir garip geldi ama çok takılmadım. Sonra ellerindeki yıldızları anlatmaya başladı: "Okulda ağlamadım, yıldız aldım", "Yemeğimi bitirdim, etiket aldım". Şimdi okul açısından bakılınca neden rahatsız ettiğini anlamak belki mümkün değil. Ama "ağlamıyor" veya "yemeğini bitirdi" diye yıldız vermek bence hedeflendiğinin tam tersine; istenen davranışa değil, İSTENMEYEN davranışa vurgu yapıyor. Çünkü aslında yemeğini yedi diye verilen yıldızın öbür yakasında "yemeğini yemezsen yıldız alamazsın" yok mu?

Sonra buradan zihnim, okullara, öğretmenlere, disiplin uygulamalarına takılıyor. Dünyayı değiştiremeyeceğime göre, Can da okula gideceğine göre daha ben bu konuyu çok yazarım....

6 Ocak 2012 Cuma

21. hafta ve Can büyürken...

Karnımın üzerinde yükselen minik tepecikler var :) Gündüz ve akşamın ilk saatleri oldukça yoğun geçtiği için ancak gece vakti yükseliyor tepecikler. Bir sağdan bir soldan minik ittirmeler, sonra artık hıçkırık olduğunu bildiğim ritmik hareketler :) Şu dünyada erkeklerin kaçırdığı en büyük şey bence anne olmak değil, içinde kıpırdanan bir şeylerin olması ve senin bunu zerre garipsememen, garipsemek ne kelime, her olduğunda mutluluktan uçuvermen...

İkinci hamilelik nasıl olacak diye merak ediyordum hep. İlkine göre en büyük farkı tabii dinlenme yeri ve zamanı bulamamak. 2.5 yaşındaki bir oğlan çocuğu ile günlük hayat öyle hareketli ki bizden 4-5 saat daha fazla uyuyup bizim 5 katı enerjimiz nasıl oluyor insan hayrete düşüyor. Dinlenmek için erken yatıyorum, zaten "film izlemek" benm için artık uykuya geçiş nesnesi oldu :)) Kitap okumak bile enerji istiyor..

Hareketli olmaya son bir yıldır alıştım iyice. Can ilk yürüme denemelerine başlayınca bir de mama sandalyesinden inme çabaları eklenince anlamıştım artık hayatın ritminin bir süre böyle gideceğini:) O yüzden evet yoruluyorum, evet çok hareketli, evet çok koşturuyoruz... Hep aklımdan şu geçiyor: hasta olup da yatacağına, sağlıklı olsun koştursun...

Hareketlilik bir yana ama bu ara Can'ın büyüme alametleri çok çeşitlendi. Tam anlamıyla "bir gecede" banyo korkusu başladı. Önce çekinmek gibi başlayan haller yerini suyu açtığımızı duyduğunda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Düşündük durduk, zorladığımız, gözüne sabun kaçan, suyun sıcak geldiği, üşüdüğü an oldu mu diye.. Hayır,yok... Yani çocuğu travmatize ettiğimiz bir hal yok. "Gözüme su gelmesin" ağlamalarına 100 çeşit çözüm arayışından sonra (bisiklet bareti, deniz gözlüğü, fanila, duş başlığı yerine maşrapa) bunun gelişimsel bir süreç olduğuna karar verdik. Çünkü öyle bir korku ki, Can hiç birşeyden böyle korkmadı bebekliğinden beri. Ciddi ciddi "korkma". Geçen gün sonra biraz okuyunca, bu yaşlardaki belirli korkuların gayet evrimsel olduğunu, sudan korkmanın, yeni yiyecekleri denemek istememenin ve karanlıktan çekinmenin atalardan miras kaldığını okudum. Hatta şuna benzer bir cümle de var: yeni yiyecekleri büyük bir hevesle deneyen çocukların genleri muhtemelen bize ulaşamadı :))

Mesela geçen gece uykusundan ağlayarak uyandı. Ama ne ağlamak... Daha doğrusu bağırarak. Rüyasında zürafaları gördüğünü, onları istemediğini anlattı. Sonra birden babaya dönüp "Baba biraz ışık aç" dedi. Ne ilginç değil mi, karanlıkla hiç bağlantısı olmayan bir durum ama kendini güvende hissetmenin bir yolu belli ki. O gecenin sabahında odasına girmek istemedi, gece babasının odasında uyumak istedi. Kriz uzamasın diye yumuşakça yatağında yatmasını sağladık. Ama uykuya daha zor geçiyor, daha sık uyanıyor ve uyanınca yanında dursak da odadan çıktığımızda tekrar çağırıyor. "Bebek gibi" aynı. Yani regresif bir durum.

İki numaramız da iyi. Adı belli artık:  Ege. Ege Denizi gibi olsun, İzmir'in, Urla'nın, Sezen Aksu'nun bende hatırlattığı mis duygular gibi olsun diye..  Can ve Ege :))

Göbek meydanda. 21 hafta bitti. Toplamda 4 kilo aldım. Eve nutella girince mertlik bozuldu! Haftaya ayrıntılı ultrason var. Bodyler aldım, uyku tulumları aldım, çorap aldım :) İlk bodyi büyük almışım, BabaCan "sen unutmuşsun nasıl olacağını" dedi :))

İşte bööyleee....
Can'dan bir söyleyişle bitireyim: "Annecim gel yumuş yumuş duralım" (sarılalım, koklaşalım, öpelim, dip dibe duralım vb. :)))